Huzur
Görüntülenme: 10357
Huzur
Bir gün halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar, birbirinden güzel resimler yaparlar...
Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir. Resimlerden birisinde sükûnetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resim, bakanları mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşündürecek kadar güzeldir.
Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar... Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden boşanan yağmurlar ve çakan şimşek, resmi daha da sıkıntılı hâle sokmaktadır. Dağın eteklerindeki bir şelale ise insana gürültüyü, yorgunluğu hatırlatacak kadar hırçın resmedilmiştir. Kısaca resim, pek de öyle huzur verecek türden değildir. Fakat kral resme bakınca şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası göze çarpmaktadır. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuşun kurduğu yuva, harika bir huzur ve sükun örneği sunmaktadır izleyenlere...
Ödülü kim kazandı dersiniz? Tabi ki ikinci resim... Kralın açıklaması çok da uzun değildir:
"Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir.”
Kaynak: Cüneyt Suavi / Hayatın İçinden
Yeni aldığım çifteyi denemek için arkadaşlarımla birlikte ava çıkmaya hazırlanıyordum. Bir gün öncesinden dış kapının yanına koyduğum çantayı görünce heyecanlanıyor ve onu tıka basa bıldırcın dolduracağıma inanıyordum.
O gece erkenden yattım. Rüyamda ertesi günkü avı göreceğimden emindim. Fakat birkaç saat sonra küçük oğlumun ağlamasıyla uyandım. Ateşler içinde yanıyordu.
Annesi:
— Kızamık olmalı, dedi. Herhâlde komşumuzun çocuğundan geçmiştir.
Canım fena hâlde sıkılmış ve söylenmeye başlamıştım:
— Tam hasta olacak zamanı buldu velet, dedim. Kırk yılda bir ava gidecek oldum.
Eşim:
— Gitmesen iyi olur, dedi. Üstelik yarın pazar, her yer kapalı biliyorsun.
— Ben anlamam, dedim. Söz verdim gideceğim.
Nitekim öyle de yaptım. Arkadaşlarımla birlikte av yerine geldiğimizde, onlardan ayrılarak gezinmeye başladım. Bir kaç saat sonra iyice yorulmuş ve ümidimi büyük ölçüde kaybetmiştim.
Aniden 5-10 metre önümden iri bir kuşun havalandığını gördüm. Beklediğim bıldırcındı bu. Tüfeğimi heyecanla doğrultarak iki fişeği birden arka arkaya patlattım. Vuramamıştım.
Kuş, tüfeğimin ormanda yankılanan sesini sanki hiç duymamış ve biraz uçtuktan sonra dönerek tekrar aynı yere konmuştu.
Tüfeğimi doldururken ona baktım. Hiç kımıldamadan duruyor ve sanki bana meydan okuyordu. Yoksa o da mı acemi olduğumu anlamıştı.
— Bu sefer işin tamam, diyerek nişan aldım ve tetiğe dokundum. Tüyleri bulut gibi dağılmış ve bulunduğu yerden birkaç metre öteye yığılmıştı. Bir kahraman edasıyla yanına gittim. Darmadağın olan vücudunda yenecek bir taraf kalmamıştı. Herhâlde çok yakından ateş etmiştim. Kanadından tutup bir tarafa atarken:
— Benden korkmamanın cezasını çektin, dedim. Üstelik bir işe de yaramadın.
Birden, yandaki çalıların içinden gelen seslerle irkildim. Küçük bir yuva içindeki kuş yavrularıydı bunlar. Tüyleri henüz kabarmaya başlamış ve üşümemek için birbirine sokulmuşlardı. Hepsi avazı çıktığı kadar bağırarak sanki bana lanet ediyorlardı.
Tüfeğimi bir kenara fırlatırken:
— Aman Allah’ım, dedim. Ne yaptım ben?
Yuvanın bulunduğu çalılık, vurduğum kuşun dönüp dolaşıp konduğu yerdi. Ve o küçük kalbindeki şefkat yüzünden ölüm pahasına da olsa yavrularım terk etmemişti.
Tekrar yuvadaki yavrulara baktım. Evde, ateşler içinde terk ettiğim yavrum gibi titriyorlardı.